Düzen Adamı: Raskolnikov öldü, yaşasın Marcello!

“Milyonlar hiç çalışmadan, yalnızca selama durabilirlerdi artık; onların da haricinde öyle sürüler ve kabileler vardı ki, kalem odalarında, oturdukları yerden, kendileri sessiz ve isimsiz kalarak, yazıyla, şekille, müzikle, fikirle, psikolojiyle kahraman-kurtarıcının saltanatını doğruluyorlardı.”
Andrey Platonov, ‘Çöp Rüzgarı’, Dönüş

Goethe, yazmak için yıllarını verdiği Faust’u 1808’de yayımlar. Ruhunu şeytana satan insanın öyküsü Goethe’den önce ve sonra modern bireyin trajedisi olarak edebiyatta, sinemada, tiyatroda sayısız defa işlenmiştir. Her yorumda Faust karakteri farklı bir kimliğe bürünür, farklı Faustlar Şeytan’dan farklı farklı dileklerde bulunurlar, paranın, şöhretin, dünyevi zevklerin peşinden koşarlar. Ama Goethe’nin Faust’u diğerlerinden biraz daha farklıdır. Marshall Berman’ın deyişiyle, onu Şeytan’a yönlendiren şey “gelişme arzusu”dur. Faust bir bilim insanıdır ama üretkenlikten, yaratıcılıktan uzak, ışıktan yoksun yaşamı onu bunaltmaktadır. Devinimden uzak dünyevi hayatın Şeytan’ın müdahalesine ihtiyacı vardır. Faust can sıkıntısıyla oturduğu masasından kalkmak, “döne döne sarsılmak”, “kendinden geçmek”, “en kederli aşırılıklara” bulanmak istemektedir.(1) Bütün bunları ona sağlayacak da Şeytan’dan başkası değildir. Berman’ın deyimiyle “Bu Faust’un kendisi için istediği insan varoluşunun her tarzını, mutluluğu da kederi de içerecek, bunları benliğinin sınırsız büyümesine tabi kılacak dinamik bir süreçtir; benliğin yıkımı bile bu gelişmenin ayrılmaz bir parçası olacaktır.” Bu yüzden, Berman’a göre “konformist olmayan” bir entelektüeldir Faust: Yıkımla gelen gelişimi kabullendiği, hatta arzuladığı için.

Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u bir “bit”ten farksız olarak gördüğü tefeci kocakarıyı öldürmeye karar verdiğinde, aklında ne tanrı ne de şeytan vardır. Tanrı da şeytan da çoktan ölmüştür; insanın, tanrılığını ve elbette şeytanlığını ilan ettiği 19. yüzyıl sonudur artık. İnsanlık bir bit kadar değersiz kocakarı ile Napoleon arasında bir seçim yapmak zorundadır. Ruhunu satacak bir şeytan bulamamanın yalnızlığında, vicdan azabıyla kıvranır durur. Çaldığı paralara dokunmaz bile. Napoleon olabileceğini göstermek istemiştir sadece. Raskolnikov da konformist değildir, yıkımın gücüne, Faust’un Şeytan’dan dilediği “en kederli aşırılıklara” inandığı için.

1937 yılının İtalya’sında Marcello Clerici de faşist hükümetle bir anlaşma yapar. Ruhunu satmıştır, karşılığında istediği tek şey ise “normallik”tir. Birörnek, uygunadım kitlelerin, birbirine benzeyen ailelerin arasında yok olmak ister Marcello. Şeytan’dan hayat talep eden, tanrılığını ilan eden insanın çağı sona ermiştir. Faşizm çağıdır, kitleler toplu ayinlerle ruhlarını iktidardaki şeytanlara satmışlardır. “Normallik” galip gelmiş, konformistlerin çağı başlamıştır.

NORMALLİKLE KUTSA BENİ!

Alberto Moravia’nın Düzen Adamı adlı romanının kahramanı Marcello Clerici, faşizm çağının sembolü. Bernardo Bertolucci, Moravia’nın romanından uyarladığı Konformist adlı filmde her ne kadar Marcello’yu biraz daha aktif, faşist harekete daha gönülden hizmet eden bir karakter olarak yorumlasa da Moravia’nın Marcello’su duygularından, hırslarından, düşüncelerinden arınmış bir robot gibidir. Bunun böyle olmasının bir nedeni vardır elbette: 1937 yılında, Marcello’nun kütüphaneye girip taradığı 1920 tarihli gazetelerde yer alan bir cinayet haberi.

Haberde şoför Pasquale Seminara’nın silahını temizlerken çıkan kaza kurşunuyla öldüğü yazmaktadır. Oysa 13 yaşındaki Marcello öldürmüştür onu. Şimdi kütüphaneye gelip 17 yıl öncesinin gazetelerini okumasının nedeni de “neler hissedeceğini görme isteği”dir: “Hissettiklerine dayanarak, hâlâ bir zamanlar kaçınılmaz anormalliğini saplantı haline getirmiş o çocuk mu, yoksa sonradan olmak istediği ve olduğuna inandığı, tamamıyla normal bir adam mı olduğuna karar verecekti.” Yıllar öncesinin gazete haberi karşısında hissiz olduğunu görünce, zamana ve “anormallikten uzaklaşıp başkalarına benzeme konusunda gösterdiği iradeye” çok şey borçlu olduğunu düşünür Marcello.

Lino, yani şoför Pasquale ile bir grup okul arkadaşının sokak ortasında kendisine etek giydirmeye çalıştıkları gün tanışır Marcello. Utangaç, “kız gibi güzel” Marcello akranlarının alay konusudur okulda. O gün de yere yatırıp etek giydirerek onu cezalandırmak isterler. Lino durdurur onları, sonra da Marcello’yu arabasına davet eder. Evine götürmek ister, Marcello da ısrarla Lino’dan tabanca istemektedir. Belki de daha “erkek” görünmek için ihtiyaç duyar silaha. Lino pedofiliden hüküm giymiş eski bir rahiptir. Birinci gün bırakır Marcello’yu ve bir daha kendisine yüz vermemesini ister. Ama ikinci gün yine buluşurlar. Marcello adamın kendisinden ne istediğini tam olarak anlayamasa da çocukça bir cilve oyununa kaptırır kendini. İkinci günün macerası Marcello’nun çok arzuladığı silahı Lino’ya doğru tutup ateşlemesiyle biter. Cinayeti kimse bilmese de “normal” olduğunu Lino’ya ve okuldaki zorbalara kanıtlamıştır artık.

Düzen Adamı,Alberto Moravia, Çevirmen: Leyla Tonguç Basmacı, 328 syf., Kolektif Kitap, 2019.

AH, O BÖN BURJUVA EVLERİ

Kertenkeleleri, kedileri öldürürken, içindeki öldürme güdüsünü sık sık bastırmaya çalışırken de normallik testleri yapar Marcello. Arkadaşının da onun gibi olup olmadığını, kertenkelelerin ölümünü seyretmekten zevk alıp almadığını öğrenmek ister. Duymak istediği “Evet Marcello, ben de senin gibiyim, hatta bütün toplum senin gibi” cevabıdır. Ama faşist saflara ve aile kurumuna katılana kadar kimseden bu cevabı duyamayacaktır. Aristokrat Marcello, tımarhaneye yatırılmış babasını, bahçesini yabani otların bürüdüğü malikanesinde şoförüyle hazzın son demlerini yaşayan annesini arkasında bırakarak, burjuva evlerindeki normalliğe tutunmaya çalışır. Aptal sıradanlığına sığındığı nişanlısı Giulia’nın evine:

“Bir kez daha buranın tam bir burjuva evi olduğunu düşündü, son derece geleneksel ve mütevazı bir orta sınıf eviydi, her bakımdan hem o binadaki hem de o mahalledeki diğer evlere benziyordu. En çok bundan memnundu zaten; gayet sıradan hatta ucuz olmasına rağmen huzur veren bir şeylere bakmaktan heyecan duyuyordu. Böyle düşününce evin çirkinliğinden adeta utanç verici bir keyif aldığını fark etti. Marcello çok güzel, şık bir evde büyümüştü ve çevresindeki her şeyin telafi edilemez derecede çirkin olduğunu çok iyi biliyordu ancak onun ihtiyacını hissettiği şey de buydu, benzerleriyle bir ortak noktası da bu anonim çirkinlikti.”

Tutunamayanlar’ın Turgut Özben’inin “İnsanın aklında kalmıyor ki, eşya akıp geçiyor” dediği orta sınıf salonlarıydı Marcello’nun vurulduğu. Her şeyin “anonim bir çirkinlik”le kaplandığı, her biri birer “Masumiyet Müzesi”ne dönüşmüş eviçleri. Marcello bunlardan medet ummaktadır. Bayağı nişanlısı ve onun “saygınlık ve normallik denen iki ilahın onuruna dikilmiş bir tapınağı” andıran evi Marcello’yu sokağa, benzer evlerde yaşayan diğer insanlara bağlar. Artık kimse ona “sen farklısın” diyemeyecektir. Lino’yu öldürerek normalliğin diyetini ödemiştir.

Aşık olmadığı, sevmediği, sadece normalliğin getirdiği bönlüğü karşısında sevinç duyduğu Guilia şehvetiyle Marcello’yu “normalliğin iffeti” konusunda şüpheye düşürür. Marcello sonunda normal insanların iyi olmadıkları kanaatine varmıştır. “Çünkü normalliğin bilinçli olsun olmasın duyarsızlık, aptallık, korkaklık, hatta canilik gibi hepsi olumsuz çeşitli suç ortaklıkları yoluyla daima ağır bir bedeli” vardır. Marcello geçmişte bu bedeli Lino’yu öldürerek ödemiş ve her şeyin “aile ve vatan” için olduğu faşist İtalya’da bedelini ödediği anonim bir caniliğe ortak olmuştur. Ama normallik sürekli yeni bedeller istemektedir, Marcello’dan ve herkesten. Her adımda kanıtlanması gereken bir adanmışlık vardır.

Evlenmeden önce günah çıkarmasını şart koşar Guilia. Kilisede papazın “bir muhasebeci” edasıyla sorduğu sorulara cevap verir Marcello. Lino’yu öldürdüğünü itiraf eder ama papazı cinayetten çok, Marcello’nun eşcinsel ve bölücü bir örgütün üyesi olup olmadığı ilgilendirmektedir. Marcello’nun günah çıkartırken başına üşüşen bütün endişelerinin beyhudeliğini kanıtlarcasına “normal”dir papaz da.

Çalıştığı bakanlıkta Marcello’ya bir görev verilir. Eski hocası, anti faşist Profesör Quadri’ye Paris’te bir suikast düzenleyecektir. Balayı seyahatinin yönünü Paris’e çevirir Marcello. Guilia normallik dekorunun bir parçası olacaktır. Paris’e giderken yataklı vagonda Guilia kutsal aile yatağına girmeden önce, bakire olmadığını açıklar. Ne bakirelik ne de Guilia hiç umurunda olmasa da karısına atfettiği normalliğin aslında var olmadığını görmek şaşırtmıştır Marcello’yu. Daha sonra Guilia’nın lezbiyen bir ilişki yaşadığını ve bunu “normal” saydığını da öğrenecektir.

ENTELEKTÜELLERE ÖLÜM!

Marcello anti faşist Quadri’den hoşlanmaz. Kurmaya çalıştığı normallik tapınağını yıkmaya çalıştığı için belki de… “Quadri’nin faşizm karşıtlığı, zayıf, sağlıksız ve pis görünümü, kültürü, kitapları, kısaca her şeyi, zihnindeki, parti propagandasının sürekli hakir görmeye teşvik ettiği o mutat olumsuz ve aciz entelektüel imajına katkıda” bulunmaktadır. Marcello, Quadri’nin karısı Lina’ya aşık olur. Lina da Guilia’ya tutulmuştur ilk görüşte. Marcello Lina’ya duyduğu aşkta “bürokratik normalliğin” dışında gerçek normalliği bulmayı umarken, Lina Guilia’yı “kutsal aile”nin sınırları dışına çıkarmaya çalışmaktadır. Üstelik Quadriler, Marcello’nun faşist hükümet için çalıştığını bilmektedirler. Normallik zemini Marcello’nun ayaklarının altında sürekli kaymakta, her şey başkalaşmaktadır.

“Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın” der Walter Benjamin. Marcello da Paris’te Zafer Takı’nın altında gezerken benzer şeyler düşünür. Etrafındaki görkemli anıtlara bakıp kendi eylemlerini aklamanın yolunu bulmuştur:

“Büyük ve kanlı adaletsizlikler sonradan kendi kökeninden habersiz bir neşeye ve zenginliğe dönüşüyor; zalim bir fedakârlık zaman içinde güç, özgürlük ve refah haline geliyordu sonraki kuşaklar için.”

Suikast gerçekleşir, Quadriler öldürülür. Marcello normal yaşamına devam eder. Bir kızları olmuştur. “Taksitleri yirmi beş yılda ödenecek bir ev”i, “taksitleri iki yılda ödenecek bir araba”sı, “orta düzey devlet memuru konumu”yla her şey normaldir.

Ve sonra kral, Mussolini’yi devirir. Şimdi kitleler kralı selamlamak için sokaklara akmaktadırlar. Kalabalıkların devrik diktatörü lanetlediği o karnavalesk günde karşısında Lino’yu bulur Marcello. Aslında cinayet işlemediğini öğrenir.

Savaş devam etmekte, şehirler bombalanmaktadır. “Ekini, güneşi, yağmuru, yiyecek fiyatlarını düşünen veya hiçbir şey düşünmeyen” çiftçileri görür Marcello. Savaş da “normal”dir aslında, uğruna cinayetler işlediği normalliğin bir sonucudur. Ve savaş Marcello’nun kurmaya çalıştığı normalliği bir çırpıda yıkacak, Marcello normalliğin “içindeki her şeyin anormal ve fuzuli olduğu boş bir biçimden başka bir şey olmadığını” anlayacaktır.

Devinimin, yaratıcılığın, özgürlüğün peşinden koşan modern bireyin hazin sonudur Marcello ve bugün de yaşamaya devam etmektedir, taksitle alınan evlerin içinde.


1. Walter Kaufmann’ın çevirisinden aktaran: Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev. Bülent Paker ve Ümit Altuğ, İstanbul: İletişim Yayınları, 2013.